SELVİ LER  DİKİLİYORDU …

Göre’de ot biçilen yere biçenek denir.

Ekin ekilen yere ekenek denir.

Fidan dikilen yere dikenek denir.

Elma ağacı dikilen bahçeye elmalı harım,

Selvi ağacı dikilen bahçeye selvili harım denir.

………………………………………………………………..

Daha ilkokula gitmiyorum.

5 ile 6 arası olmalıyım.

Babam bir gün kararını verdi.

Aşıklı Dağı dibindeki , Güvercinlik Köyüne yakın Yuvanlı'da, eskiden iyi çavdar yetişen kumlu ekeneğimizi, çepeçevre selvilerle çevreleyecek.

Apal, güneş altında ışıltılar saçan Massey Harris traktörümüze bindik.

Yuvanlı'ya gitik. İki işçimiz de vardı. Salih, Osman…Gün boyu, selvileri dkeceğimiz oyukları, ocakları, çukurları açtık. Arkları hazır ettik; su akacak…

'' Şükrü Bey, iyi gözel de , gurur burda ağaçlar.Toprak değil ; gum…''

Babam kararını vermiş.

'' Olsun,'' diyor.''On tane dikeriz, biri tutsun, yeşersin; büyüsün, yeter.''

Yanında gezmekten gurur duyuyorum. Ayağıma dikenler batıyor, kumlarda bata çıka zor yürüsem de, dikenler canımı yaksa da; aldırmıyorum.

'' Oğlum,'' diyor bana,'' Bu ağaclar sizin için. Gelecekte bunlar bir büyüdü mü, kesilecek hale geldi mi, satıp para da kazanacagız.''

Niğde yolunda kamyonlar geçiyor tozu dumana katarak.

'' Paramız olunca bi gamyon alalım mı,'' diye soruyorum.

Babam, Aşıklı Dağına doğru bakıyor. Gülümsüyor.

'' Birkaç yıl sonra o yükseklerden bakınca pek gözel görünecek Yuvanlı...''

Öğleyin ara veriyoruz çalışmağa.

Azık bohçamızı açıyoruz. Taze soğan, yufka, börtlenmiş yumurta var.

İştahla yiyoruz. Suyun kaynağına gidip su da içiyoruz. Doymuşuz.

.....................

Babam bir akşam Nevşehir'den gelince haber getirdi. Atını ahıra bağladı, önüne yonca koydu,yanımıza geldi.

'' Nevşehir'de kavakları olan bir tanıdıkla konuştum. Yarın budayacaklarmış. Biz de gidip onları alıp getireceğiz traktörle.''

'' Ben de geleceğim,'' dedim.

Bir saat uzaktaydı Nevşehir bize. Bizim çayımızın o beldenin önünden geçtiğini biliyordum.

Güneşli bir Nisan günü.

Göre İlkokulu sarı boyaklı, çatısı kiremitli koca bir yapı. Pencereleri kocaman kocaman. Yol, okulun altından geçiyor. Biz yürürken ders arası anlaşılan. Emmimoğlu Hüseyin o yıl öğrenci. Birinci sınıfta. Nerede acaba, gözlerimle tarıyorum ; yok. O bizi görse el sallar, nereye gittiğimizi sorardı. Türkan ablam da, Zeynep ablam da burada öğrenci…Üç öğretmen avluda, taş duvarların arkasında Niğde yolunu seyrediyorlar. Babam onlara selam verdi, karşılığını aldı. Demek, babam tanıyor o öğretmenleri. Gururluyum.

Öz, çay. Demek Göre’den gelen su burada böyle akıp gidiyor. Suyun iki geçesi gömgök. İnsanlar uzun süren bir kışın ardından, nisan güneşiyle bahçelerine çıkmışlar. Babam birkaç kişinin çalıştığı öbeğe selam veriyor. Testere, tahra, nacak, keser, balta…Havada taze soyulmuş söğüt, selvi kokusu. Yoğun…Bu koku benim başımı döndürüyor.

Çay kıyısında bir bahçede sıra sıra kavaklar, söğütler...Nevşehir'den gelmiş birçok kişi budamağa başlamışlar bile. Babam bahçe sahibiyle konuşuyor. Adam, başını sallıyor; ne konuştularsa, onaylıyor.

‘’ Sen burada dur, bir yere ayrılma ha! Sonra kaybolursun. Ben kısa zaman sonra gelirim.’’

Babam ’’ Maarif Memurluğu'nda işim var, ‘’ diyerek gitti.

Ağaç budayanları seyrediyorum. Zor iş. Adamlar, belli ki, ayakları ağrıdığından zaman zaman aşağı inip dinleniyorlar. Tabakalarından tütün çıkarıp kağıda sarıp tüttürüyorlar. Testereler, hızarlar...Ortalıkta kesilmiş taze selvi kokusu...Kabuğu soyulmuş ağaç kokusu.

Kent karşımızda. Kaleden aşağılara doğru basamak basamak…Minareler kalem gibi. Göre’deki camiye benzemiyor onlar, kubbeleri var. Kimi yapıların apal kiremitli çatıları var, nisan güneşi altında parlıyorlar. Babam şimdi o yapılardan hangisinde acaba? Bir yapının önünde karıncalar gibi bir devinim var. İlkokulmuş. Uzaktan öğrencileri ben karıncalara benzetiyorum.

Benim orada varlığımı kimse önemsemiyor. Habersiz gibiler. Kesilen dallar bir yere yığılıyor. Sağlam olanları seçenler de var. Bir nacakla daha küçük parçalara ayırıyor bir kadın da. Herhalde onları sonra evine götürüp kurutacak, ocakta, sobada ya da tandırda yakacak...

Babam beni de götürseydi ya kent merkezine.

Sanırım, denetlediği köy eğitmenleriyle ilgili bir toplantısı var. Ankara'dan, Niğde'den gelen yetkililere açıklama yapacaktır.

Öğlen oldu. İşi boşladı budamacılar. Çayır çimenin üstüne oturdular. Herkes azık bohcasını açtı, ortalığı haşlanmış , börtlenmiş yumurta kokusu sardı. Testiyle getirilmiş sudan da içiyorlardı. Dürüm yapıp yiyenlere bakıyorum. Bir kişi bile bakmıyor yüzüme. Acıkmışım. Midem gurulduyor. Ah anam, sen de bana hazırlasaydın ya azık. Yok. Bahçe sahibi olan göbekli adam şehir somunu çıkardı bohçadan, kızarmış tavuk...İştahla yiyor. Dayanamayacağım. '' Emmi, ben acıktım,'' desem. İsteyemem ki. Dilenmek benim yapacağım iş değil. Ne yapmalı? Babam da gelemedi bir türlü. Belki, beni düşünür de, yiyecek bazı şeyler getirir yanında.

Dayanamıyorum, sabah da sevincimden iyi bir kahvaltı yapmamış olmalıyım. Ağlamağa başladım. Kimsenin umurunda değil. Beni gören yok. Çay ile kale arasındaki camilerden öğle ezanı okunuyor. Birkaç budayıcı, kanaldan akan suyla abdest aldı, namaza durdu. Hala bir umudum var; beni görecekler, bohçalarında kalan yemek kırıntılarından bana verecekler. Fakat, umsunuk olmak boşuna. Bohçaları çırptılar. Arılar, karıncalar yiyecek yere dökülen artıkları.

Açlıktan ölebilir mi insan. Türkan ablam, Türkçe okuma kitabından bazı parçaları yüksek sesle okurdu da, cankulağıyla dinlerdim. Olabilir. Aç kalan insan ölebilir. Çocuklar da dayanıksızdır.

Havada soymuk kokusu. Açlığımı daha da derinden duyumsuyorum. Bir serin eser çıkıyor sonra, kesik budakların kokusunu çevreye yayıyor. Ağlıyorum, kimse aldırmıyor.

'' Yav, şurda bir çocuk var. Şükrü Beyin oğlu. Acıkmıştır. Şu yumurtalı dürümü yesin,'' diyen yok.

Nevsehirliler anlayışlı. Halden bilirler...

Babamın geldiğini görüyorum. Seviniyorum. Ağladığımı anlamasın. Arktaki suyla yüzümü yıkıyorum.

Mal sahibiyle konuşuyor. İri, sağlam dalları ayırtıyor. Bana sesleniyor. Elimden tutuyor, yürüyoruz. Artık açlığımı umutmuşum. Babam yanımda ya. Anlamış olmalı. Kent merkezine ulaşıyoruz. İlk kez görüyorum burayı. Ne denli çok adam var adam böyle. Kadınlar, kızlar, öğrenciler. Göre’de gördüklerime benzemiyorlar. Motorlu araçlar da var, koyu dumanlar çıkararak gidip geliyorlar.

Bir yere giriyoruz. Havada yemek kokusu. Masalara oturmuş insanlar yemek yiyorlar. Babam kimilerine selam veriyor. Kimileri de babamı kendi masalarına çağırıyor. Babam föterini çıkarıp selamlıyor onları. Dipte bir masaya oturuyoruz. Babam çorba istiyor. Bana da aynısından getiriyor yaşlı garson. Çorbayı iştahla içiyoruz. Anamın çorbası kadar lezzetli olmasa da güzel. Sonra pilav üstü taskebabı söylüyor babam. Onu da tadına vararak yiyoruz.

'' Tatlı ister misin?''

Yanıt vermiyorum. Doydum. Karnım ağrımıyor artık. Midem guruldamıyor. Tatlı olmasa da olur. Fakat geldi. O güne değin görmediğim boyakta bir tatlı.

'' Buna tulumba tatlısı denir.''

Böylece öğrenmiş olduk. Bir bardak da su içtim. Babam hesabı ödedi, garsona bahşiş de bıraktı cıncık tabakta. Kalktık.

.......................

Massey Harris'in vagonetine yüklenmiş selvi dalları Yuvanlı'ya taşındı. Dayılarımın oğulları Yılmaz, Mustafa yardım ettiler...Ertesi günü gittik, herbir dalı topağa gömdük, berkittik ayağımızla, sıkıştırdık. Testilerle, kovalarla taşıyıp cansuyunu verdik.

O kumlu Yuvanlı...Uzaktan kuru görünen tarla bir gün içinde değişti. Çepeçevre selvi ağaçlarıyla kuşatıldı. Gün bitti, babam işçilerin yevmiyelerini ödedi. Traktörün vagonetine bindik. Babam Tatlısert tütünden bir sigara sardı, keyifle tüttürdü...

'' Herbir selvi sizin için oğlum. İlerde yararını göreceksiniz,'' sözünü anımsadım, gülümsedim.

.....................

Ertesi gün, Hüseyin'le karar verdik. Coskuyla, sevinçle Aşıklı Dağına çıktık. Bir adım atıyor, geriye dönüp aşağılara bakıyorduk. Gerçekten de Yuvanlı güzel görünüyordu. Hele o selviler tutsun, toprağa kök salsın, yaprakları gökçe gökçe, çıkıp çoğalsın, gömgök, daha da güzel görünecek. Artık orası bir tarla değil, sınırları selvilerle çevrili bir bahçe görünümünde olacak. Selvili harım…

.......................

Nisan güneşi…

Havada kesilmiş, budanmış kavak, söğüt ağacı kokusu...

Kabuğu soyuk selvi dalları...

Bir çocuğu aç bırakan, ağlatan , anlayışlı Nevşehirliler...

Ve mutlu son...

....................................... 8 Nisan 2017. GÖRE