Hazan’a Hüzün Bulaştı

Toprak kokusu dolaşırdı usulca sokaklarda, yaprak hışırtıları duyulur, çocukların şen kahkahaları yankılanırdı masmavi gökyüzünün altında.

  Şimdilerde yine aynı masmavi gökyüzünün altında, uzun süre havalandırılmamış perdeleri açılmamış çiçekleri kurumuş saksıların olduğu odalardan yayılan, genzi yakan küf kokusu yayılıyor. Havalandırılmayan kalplerin, güneşi görmeyen yüzlerin, içleri ısınmayan bedenlerin küf kokusu mudur? Nedir bu sokaklar da yankılanan çığlıkların kaynağı, kimlerindir bu çığlıklar, başımızı çevirip de göz göze gelemediklerimiz kimdir? Annelerdir, çocuklardır bazen de sizsizinizdir. Görülmeyen hiç duyulmayan aslında hiç de sesi çıkamayacak olanlardır. Sesleri çıkaracakları bedenlerden çok uzak olanlardır.

  O görkemli dağlarda sisler olurdu, bir görünüp bir kaybolan ihtişamlı dağların arkasına saklanırdı güneş. Dağlar dağıldı, sisler üstümüze çöktü, güneş ise kim bilir nerede? Basmalı etekleriyle otururdu ellerinde bilgeliğin izlerini taşıyanlar, bilgeydiler de bilirler miydi? Onların dahi hayatın böyle allanacağını lakin pullanmayacağını. Acıyla uluyor kurtlar; yas tutuyorlar, ay bile saklarken dolunayını mevsimlerden hazan gelmişken hüzün de boğulurken parçalara ayrılan vicdanın hiç olunmamış insanlığın arkasından ağırca ağıtlar yakılıyor. Geçmişteki atalara haberler gelecekte ki gideceklere feryatlar. İlkel insanoğlu yüzyılları devirse de insan olmayı öğrenemiyor. Ne yaşamayı biliyor ne de yaşatmayı..